Alvin Theon’u duymadı bile. Derin düşüncelere dalmıştı. Rorden’in ona uzun zaman önce anlatmış olduğu öyküleri hatırlıyordu. Shalmirane savaşı yazılı tarihin başlangıcında yer alıyordu. İnsanoğlunun fetihleriyle dolu efsanevi asırları noktalayıp uzun çöküşünün başlangıcını vurguluyordu. Alvin’e yıllardan beri rahat yüzü göstermeyen, bir kurt gibi içten içe kemiren soruların yanıtları eğer başka bir yerde değil de Yer Yuvarlağında ise, bu yanıtlar ancak ve ancak Shalmirane’daydı. Ama Shalmirane uzakta, çok uzakta, taa güneydeki dağlardaydı.
Aklından geçenleri okuyup sakin bir tavırla konuşmaya başladığına bakılırsa annesinin yeteneklerinden bir kısmı Theon’da da olmalıydı.
— Eğer şafak sökerken yola çıkarsak gece çökerken kaleye varabiliriz. Gerçi kaleye daha önce hiç gitmedim ama yine de yolu bulabileceğimi sanıyorum.
Alvin kararsızdı. Yorgundu. Ayakları ağrıyor, baldırlarıyla kalçalarındaki kaslar alışık olmadıkları çabadan ötürü sızım sızım sızlıyorlardı ve bu sızılarla ağrılar kaleye gidişi erteleme, başka bir zamana bırakma fikrini çok çekici bir hale sokuyordu. Ama buna karşın bir daha hiç bir zaman başka bir zaman bulunmayabilir, bir daha hiçbir zaman böyle bir fırsatla karşılaşmayabilirdi. Ayrıca bu actinic (ışınların kimyasal etkisine ait) infilakın bir yardım çağrısı olması olasılığı da vardı.
İnceden inceye düşündükten sonra kararını verdi. Tarihi bir dönüm noktası gelip geçmiş, İnsanoğlu yeni, bilinmeyen bir geleceğe doğru yol almaya başlamıştı ama aslında değişen bir şey yoktu. Kısa, çok kısa bir aradan sonra dağlar uyuyan toprağa bir kez daha gözcülük etmeye başlamış, yıldızlar bir kez daha yerlerini almıştı.
Ormanın kenarına vardıklarında güneş, Lys’in doğu duvarı üzerinde henüz yükselmekteydi. Burada doğa ilk halini almış, ormana dönüşmüştü. Güneş ışıklarının sızmasını önleyip cengelin örtüsünü koyu, derin gölgelere boğan muazzam ağaçların arasında Theon bile yolunu kaybetmiş, ne yapacağını bilemez gibi görünmekteydi. Bereket nehir çağlayanın döküldüğü yerden güneye doğru tümüyle doğal olamayacak kadar düz bir çizgi halinde akmaktaydı ve nehiri takip ederek ilerlemek suretiyle ormanın en sık, en balta girmemiş kısmından geçmek zorunda kalmamaktaydılar. Theon vaktinin büyük bir kısmım zaman zaman ormanın derinliklerinde kaybolan, ya da nehrin üzerinde suları yalarcasına uçan Krifti gözden kaybetmemeye çalışmakla geçirmekteydi. Kendisi için her şey hâlâ o kadar yeni olan Alvin bile ormanda bir cazibe bulunduğunu hissediyordu. Bu çok azı birbirine benzeyen ağaçların çoğu değişik çürüme evrelerindeydi. Bazıları da hemen hemen ilk, eski hallerine dönmüşlerdi. Çoğunun doğum yerinin Yer Yuvarlağı, hatta belki de güneş sistemi bile olmadığı açıktı. Daha küçük ağaçların üzerinde üçyüz, dörtyüz metre yüksekliğinde muazzam sequoislara bir zamanlar Yer Yuvarlağının üzerindeki en yaşlı şey denilmişti ve bu sequoisler İnsanoğlundan hâlâ biraz daha yaşlıydı.
Nehir genişlemeye, üzerlerinde küçük adalar bulunan göllere dökülmeye başlamıştı. Bu göllerde suyun üzerinde amaçsız şuraya buraya gidip gelen kanatlı, parlak renkli böcekler vardı. Bu göllerden birinde Krift, Theon’un bağırmalarına rağmen ok gibi ileri atılıp bu uzak akrabalarının yanına gitti ve gider gitmez de ışıl ışıl, pırıl pırıl bir kanatlar bulutunun ortasında, yaydığı kızgın vızıltılar iki gence kadar ulaşan bir kanatlar bulutunun ortasında kayboldu. Bu kanatlar bulutu bir süre sonra birden patlayıp birden dağılınca Krift, iyi bir ders almış gibi can havliyle hemen hemen gözün izleyemeyeceği kadar büyük bir süratle geri dönüp bir daha da Theon’un burnunun dibinden ayrılmadı.
Akşama doğru önlerindeki dağları zaman zaman açıkça görebilmeye başladılar. Onlara o ana dek büyük bir sadakatle kılavuzluk etmiş olan nehir şimdi sanki o da yolunun sonuna yaklaşmaktaymış gibi tembel tembel akmaktaydı ama gece basmadan önce dağlara varamayacakları açıktı. Soğuk bir rüzgârın yapraklarını hızla sarsalamaya başladığı ağaçların kaim gövdeleri, sık orman, daha güneş batmadan çok önce öyle karanlık bir hal almıştı ki daha ileriye gitmek imkânsızdı.
Geceyi geçirmek için en tepedeki dalları güneşin ışıkları altında hâlâ alev alev parlayan bir kızıl çamın altında kamp kurdular. Güneş, göremedikleri güneş, batıp karanlık iyice bastırınca da uzanıp bir yandan nehiri, nehirin suları üzerinde hâlâ gördüklerini düşünmeye başladılar. Alvin’in uykuya dalmadan önce aklından geçen son şey de bu yoldan en son kimin ne kadar zaman önce geçtiği oldu.
Sonunda ormandan çıkıp da Lys’i kuşatan dağlar zincirinin önünde durduklarında güneş yükselmişti. Yolu üzerindeki toprak birdenbire yarılıp uğuldayarak bu yarığa döküldüğü, bu yarığın içinde kaybolduğu için, nehir burada da başlangıç noktasındaki çıkış kadar görkemli bir son bulmakta, son bulduğu yarığın hemen ilerisinde de kayalar, kısır, donup kalmış, kat kat, dalga dalga kaya tabakaları göğe doğru dimdik yükselmekteydiler.